29 Mayıs 2008 Perşembe

Hukuksal Bilimkurgu

 

Hukuksal Bilimkurgu

(Matrix senaryosundan Marx'a özensiz bir deneme)

İnsan mı makineleşiyor, yoksa makinalar mı insanın yerini alıyor ? Belki de, insanın işlevi, makinaların kullanımıyla sınırlanıyor. Tamamen otomasyona geçmiş toplumda insanlar sadece makinalara komutlar verecekler. Üstelik, bu makinalar günden güne daha az kontrole ihtiyaç duyacaklar. İşin aslı, interkatif aygıtları sevdik. Ekran, gerçekliği dışarda tutmanın bir aracı yabancılaşmış insan için. Ekran bizi yansıtıyor, hem de olmak istediğimiz şekilde. İşte bu nedenle günden güne daha fazla zaman geçirebiliyoruz ekran karşısında. İnteraktivite konvansiyonel makinaların neden olduğu yabancılaşma hissini bir an için gideriyor.

 

İnsan makineleşiyor mu sorusunu sorarken belki de dikkat edilmesi gereken nokta, makinelerin protezleştiğidir. Bedenin bir parçası haline gelmeleri.

 

Düşünün: Bugün bir kimse evinde, yatağında uzandığı yerden bir şirketi yönetebilir. Gerekli yazılım sağlandığı takdirde, bu kişi oturduğu yerden üretim için düğmeye basıp sonra da pazarlama kanallarını harekete geçirebilir. Bu noktada, teknoloji hakkındaki bilgilerinizi kullanarak daha yaratıcı olabilir, evinde yatan adamımızı yattığı yerde en az yorulacağı imkanlarla donatabilirsiniz. Yine de bu kişinin yattığı yerden de olsa, durumu değerlendirerek pek çok karar vermesi gerekir. Moda renkleri takip etmeli ve ona göre üretim talimatı vermelidir. Yaklaşan dönemde ekonominin seyrine bakarak üretimi planlamalıdır. Konuyla ilgili mevzuat değişikliklerini de takip ederek ayarlamalar vs; bir çok şey yapması gerekir.

 

Biraz ileriye gidip, internetin çok daha hızlı ve yaygın bir bağlantı olduğunu, buna ek olarak içeriğin çok daha zenginleştiğini ve son olarak da yazılımların artık, moda renkleri bulabilecek, mevzuat değişiklğini elektronik resmi gazeteden takip edip, girdilerdeki vergi değişikliğine uygun optimizasyon kararları verebilecek hale geldiğini farzedelim. Bu yazılımın sözleşme taslakları hazırlama gibi yetenekleri de olabileceğini unutmayalım.

 

Kuşkusuz yatağında yatan insanın, şimdi çok daha az konuyla ilgilenmesi gerekiyor. Peki ne yapacak? Elde ettiği boş zamanda barok mimari üzerine bilgisini arttırır mı dersiniz? Bana sorarsanız, patron bu kişinin bir kaç şirket daha idare etmekte hiç zorlanmayacağını farkedecektir. Lafı uzatmak mümkün ama eninde sonunda, bu düşünce çizgisinin, insanın pile dönüşmesi (indirgenmesi) sonucuna vardığını anlayabiliriz. Gerçekten de makinaları kontrolle sınırlı işleve sahip insanın nihai fonksiyonu, makinaya ihiyacı olan enerjiyi sağlamak olacaktır.

 

İnsan kaynakları yazılımının (simülatör):

“-- üzgünüz ama sadece pil olarak boş yerimiz var. Malumunuz diğer işleri makinalar fazlasıyla iyi yerine getiriyorlar. Bugünün dünyasında size pil olmak düştü.” dediğini duyar gibiyim. Çaresiz kabul edeceksiniz. Üretim içinde yoksanız; bugün nasıl bir hiçseniz, yarın da farklı olmayacak. Neden olsun ki, hangi noktada ne için bunun değişeceğini düşünüyorsunuz. Evet hala hayatta bir noktada, bir insanın vicdanına, sağduyusuna ihtiyaç duyulduğu oluyor ve bu hep böyle oldu. Hepsi doğru, fakat günden güne daha az. Azalmakta olan birşeyin eninde sonunda biteceğini unutmayalım. Ne kadar uzun zamandır azalıyor olsa da!

 

İnsanın üretim içindeki fonksiyonu gittikçe bölünüyor ve sınırlanıyor. Bizden, işin hep daha küçük bir kısmını, daha fazla sayıda ve daha iyi yapmamız isteniyor. Uzmanlaşma.... ve sonunda yarattığımız kısım o kadar küçülüyor ki, anlamlı bir bütün olmaktan uzaklaşıyor. Hatta hangi bütünün parçası olduğu bile belirsizleşiyor: Nihai olarak enerji, yani maddenin ilk haline dönüşüyor. Pil-insan (homo-cell). Yani fonksiyonu enerjiye indirgenmiş insan. Gelecekte tek bir uzmanlık olacak. Enerji sağlama uzmanlığı ve herkes aynı mükemmellikte çalışacak. Sen makinalara ihtiyaç duyduğu enerjiyi ver. Geri kalan herşeyi, atomlarından başlayarak makinalar üretebilir. Yazılım ekonomisi işte böyle bir durumu ifade eder.

 

 

Gelecekte, makinaların hukuki temsil yeteneğini tartışacağız. Toplumsal hayatta bu derece fonksiyon üstlenmiş varlıklar hukuki işlem yapabilirler mi? Hata yaparlarsa ? : Temsil edilen sorumlu olacak.

 

Sorumluluk (risk) açısından baktığınızda, bir yazılıma tüzel kişilik ve temsil yeteneği vermekle, şirketlere tanınan statü bakımından pek farklılık göremezsiniz. Hatta makinaların önceden belirlenmiş algoritmaları sebebiyle, bilanço makyajı veya uygunsuz harcamalar gibi bazı yönetim kurulu üyesi alışkanlıklarını taşımamaları beklenebilir. Kuşkusuz, makinayı her zaman borçlar hukuku anlamında haberci kabul edip, kişi (temsilci) statüsüne taşımamak mümkün. Ancak bu makinanın, tek bir kişiye ait olmadığı ve belki de çok fazla insana aynı anda hizmet verebildiği düşünülünce, kimi zorluklar ortaya çıkacağı kesin.

 

BM’in yeni hazırladığı bir taslak konvansiyon konuya bir yerden dokunuyor. “Draft Convention on the Use of Electronic Communications in International Contracts” 12. maddesinde[1], makinalar aracılığıyla kurulan sözleşmelerde, tüm aşamaların insan tarafından kontrol edilmemesinin, tek başına geçersizlik nedeni olamayacağı belirtiliyor. Elbette makinanın tüzel kişilik olup olmadığı sorusu cevaplanmıyor ama makinanın bir ölçüye kadar insandan bağımsız irade beyanında bulunabileceği kabul ediliyor.

 

Galiba geleceğin şirketi, ortaklarıyla ilişkisi banka hesaplarına aktardığı kar payı olan, devasa boyut ve karmaşıklıkta bir yapay zeka yazılımı olacak.

 

Emre B.

 

 

 

 

 

 

 



[1] Article 12. Use of automated message systems

for contract formation

A contract formed by the interaction of an automated message system and a

natural person, or by the interaction of automated message systems, shall not be

denied validity or enforceability on the sole ground that no natural person reviewed

each of the individual actions carried out by the systems or the resulting contract.

 

 

, Grundrisse Üstüne

 

Emek ve emek gücü

 

Zanaatkar emeğini satıyor; işçi ise emek gücünü. Diğer bir deyişle üretim araçları emeği bağımlı hale getiriyor. Henüz somutlaşıp bir emek ürününe dönüşmeden değerlendirilip, bir potansiyel olarak alınıp satılır hale geliyor. Üretim aracı, emek gücüne kendi başına yarattığı fayda ile kazanamayacağı bir verimlilik yükleyerek onu kendine mahkum ediyor. Kapitalist üretim, yarattığı verimlilikle diğer üretim biçimlerinin görece değerini azaltıyor.[1] İnsan yarattığı ürünün somut faydasından bağımsız olarak üretim çarkı içinde bir eleman haline geliyor.

 

Makine, zanaatkarın aletinden farklı olarak asıl işi yapıyor. İşçinin asıl fonksiyonu gittikçe daha fazla makinelere nezaret etmeye dönüşüyor. Emek artık üretim sürecine hakim değil.

 

Üretim aracı

 

Zanaatkar emek gücünü satmıyor. Emeğinin sonucunu satıyor. Terziye para, diktiği elbise için ödeniyor. Yoksa herkes emeğiyle çalışıyor. Ama zanaatkar emeğin çıktısının sahibi. Zanaatkar hiçbir alıcı olmasa bile emeğini kullanıp üretim yapabilir. Ya da kendi tüketimi için üretim yapabilir. İşçinin böye bir şansı yok.

 

 Üretim aracı olmadan salt emek gücünün tahakküm altına alınması köleci toplumu ortaya çıkarıyor. Eğer şiddet olmazsa başka bir toprağı pekala kendi adına işleyebilir. Nitekim zanaatkar kalenin dışına çıkıyor. Bağımsızlaşıyor. Ancak arkadan gelen sanayi üretimi, eşitlik ve özgürlük düzleminde emeğin mahkumiyetiyle sonuçlanıyor. Burjuva demokratik devrimi.

 

Üretim

Ticaret burjuvazisi ile sanayi burjuvazisi arasındaki ayırt edici özellik, üretimdir. Kapitalist, emeği emtiaya çevirmek üzerine odaklanmıştır. Teknolojik imkanların ortaya çıkardığı yeni üretim, tek tek aynı sayıda insanın üretibileceği faydadan çok fazladır. Aşırı verimlidir.

 

Burjuva toplumu : özgürlük eşitlik

 

Bu yeni toplumsal oluşum bir likidasyonu da içeriyor. Önceki toplumsal yapılara göre görünürde “hukuki” eşitlik ve özgürlük üzerine kurulu bu yeni toplumda insan, emeğin kaynağı olarak farklı bir işlev yükleniyor; eşitlik ve özgürlük bu yeni işlevin tamamlanmasına hizmet ediyor. Üretilen faydadan bağımsız; üretimin kendisi bir potansiyel olarak değer haline geliyor. Bu piyasanın doğumunu getiriyor. Piyasa, çok sayıda mübadele eyleminin aynı anda sürekli gerçekleştiği toplumsal düzendir. Piyasa emeği konvertabl kılıyor. Tarihsel süreç avrupa’da piyasa sistemini ortaya çıkardı ve kapalı cemaatlerin dağılmasını sağladı. Bunda teknolojinin yarattığı iletişim imkanları önemli yer tutuyor. Piyasa demek bir yönüyle iletişim demek.

 

Sadece satmak üzere üreten bir yapı doğuyor. Kendi kendisini, büyütebilen bir servet  cinsi beliriyor. İktidar, para demek oluyor. Servetin de konvetabl hale gelmesi, belirli bir üretim gücü olana, diğer tüm nesneler üzerinde bir satın alma hakkı doğuruyor.

 

işbölümü

İşbölümü burada artık sonsuz ayrışmaya gidebilececek bir dinamik kazanıyor. O derece atomize hale geliyor ki, birgün tüm emek süreçleri, tıpkı kendi maddesel özelliğini yitirip atomlara bölünmüş moleküller gibi, aynılaşıyor.İnsan sadece pil olarak üretim canavarına enerji sağlamaya indirgeniyor. Teknoloji ve kapitalist üretim, emeği daha fazla vasıfsızlaştırmak zorunda. Öyle bir nokta geliyor ki, insan 36 derecelik vücut ısısından daha değerli hiçbirşey üretemez hale geliyor. Yabancılaşmanın uç noktası.[2] Bir başka açıdan bakıldığındaysa, teknolojideki gelişim, alternatif enerji, genetikle desteklenmiş tarım , nano fabrikalar gibi buluşlarla bir ölçüde tekrardan bireyselleşme eğilimi mi gösteriyor, diye sormak lazım. Bir grup insan ileitşim ve üretim teknolojisindeki ilerlemeleri kullanarak kendi kendine yeten cemaatler oluşturma yoluna giderken, büyük grup metropollerde sefilliğe mahkum oluyor. 

 

Burada bilgisayarların bir üretim aracı olarak çok önemli ve tarihsel bir değişimi yarattıkları görülmelidir. Bilgisayar kol gücünün değil; kafa gücünün yerini dolduran bir üretim aracı. Piyasanın varlığı üretim araçlarının sonsuz ve sosyal sonuçları büyük ölçüde göz ardı edilecek şekilde gelişimini getiriyor. Kapalı toplumda yine toplumsal ihtiyaçlar üretim araçlarının gelişimini belirliyor. Oysa piyasa üretimin artırılmasını ve üretim araçlarının gelişmini kendi kendisinin amacı haline geitiryor. Bu açıdan bakıldığında  programlanabilir makinalar ve bilişim sistemlerinin kendi kendilerine bilgiyi düzenleme yetenekleri bir üretim aracı olarak onları, etkinlik skalasında farklı bir yere taşıyor. 

 

İşbölümü tüm emeklerin birbirine konvertabl hale gelmesini anlatıyor. Nalbantlıkla duvarcılık gelişmiş bir serbest mübadele piyasasının olmadığı yerde kıyaslanabilir emekler değiller. Oysa kapitalist üretimle her doyum pazarlanabilir hale gelir. Bu diğer yandan kapalı toplumlardaki lonca gibi üretimi, yani arzı, sınırlayan ve cemaat adına düzenleyen ve sınırlayan yapıların da kaybolmasını doğurdu. İşte ticaret hukukunun doğumu burada gerçekleşir. Artık lonca düzenini aşan ulusal coğrafya ölçeğinde bir düzenleyici sisteme ihtiyaç vardır. Aynı şekilde modern patent kavramının doğumundan önce, üretim sırları ve tekelleri lonca içinde düzenlenmiştir. Üretim araçlarındaki gelişmenin yarattığı artı değer lonca içinde paylaşılır. Soyut bir hak olarak tanımlanmaya ve kanunla düzenlemeye ihtiyaç göstermiyordu.

 

Milli devlet

 

Millet bilinci de böyle bir sürecin eseri. Ticaret ve sanayi burjuvazisi için zorunlu olan ulusal coğrafya üzerinde, kapalı cemaatler de olduğu gibi bireylerin karşılıklı ilişkilerine ve toplumsal faydalarına dayalı bir bağ kurmak mümkün değil. Soyut bir millet ideali bir zorunluluk olarak ortaya çıkıyor.

 

mülkiyet

Özel mülkiyet yasası : istediğini üretme, satma ve elde ettiği para karşılığı istediğini alma olarak beliriyor. Kapalı toplumda bu mümkün değil. Arz ve talep piyasa tarafından değil; cemaatin kendi yapısına özgü bir denetimle düzenleniyor. Bu anlamda bir ticaret hukukuna ihtiyaç yok. Piyasanın iç mantığı Özel mülkiyet yasasını doğuruyor. Bunun devamında bu mübadele sistemini milli ölçekte düzenleyen özel hukuk kanunlaştırmaları görülüyor.

 

Emek gücü meselesine, mülkiyetle birlikte bakmak gerekir. Locke mülkiyeti hep bireyin emeğiyle yarattığı faydanın sahibi olması noktasında açıklıyor. Bu açıdan bakıldığında, Locke’un yaşadığı zamandaki dinî ve ırsî otoriteden kaynaklanan mülkiyeti hiç sorgulamadığı görülür. Kişinin emeğinin sahibi olduğunu söylemek, o emeğin soyut şekilde bir üretim sistemine satılmasının kapısını aralıyor. Mülkiyet üzerinden giderek, emeği mübadele edilen bir mal haline getiren yolun taşları diziliyor.  Mülkiyet kapalı cemaat yapısını aşan bir piyasanın ortaya çıkmasıyla anlam kazanıyor. Locke asillerin mülkünden çok, paranın para kazanması ve sermayenin kendi kendisini üretmesi yoluyla oluşan mülkiyeti açıklıyor. Bunun için de emeğin yarattığı faydadan yola çıkarak işçinin kapitaliste tabi hale gelişini işçinin soyut bir potansiyel olarak emeği üstündeki mülkiyetiyle açıklıyor. Düşüncenin tepetaklak edilmesiyle sonuçlanıyor. İşçi konumundaki kişiye hiçbir olumlu katkı getirmeyen bir mülkiyet, işçi sahibi olduğu için emeğini satmıyor. Satın alınması gerektiğinde onun maliki yapılıyor.

 

sivil toplum

 

İşte sivil toplum, bu özel mülkiyet temelinde yapılanmış topluma deniyor. Burada kapalı cemaatin ve feodal iktidarın sınırlamalarından kurtulmuş bir mübadele sisteminin insanlarından bahsediliyor. Bu anlamda türkiye gibi kendi srmaye birikimine dayanmayan toplumlarda bir karşılığı yok. Aldığından fazla satamayan bir toplumda, sivil toplumdan bahsedilemez. Çünkü sivil toplumun dinamikleri, yani mübadele sisteminin elemanları, içteki yerleşik iktidarı dönüştürücü güce sahip değildir. Üreticiler cemaat otoritesinden bağımsızlaşır fakat daha büyük ekonomik yapıların bölgesel çıkarlarının uzantısı olmaktan kurtulamaz. Avrupada olduğu gibi meşruiyetini kanıtlayacak bir zenginlik akışı sağlayamaz topluma. İşte bu sivil toplum burjuva toplumunu, burjuva demokratik devirmini ifade eder.[3] Sivillik, her türlü asalet veya paraya dayanmayan toplumsal ünvandan  arınmış bir toplum yaratmakta ortaya çıkar.[4] Burada özgürlük en başta , toplumsal bir sorumluluk olmaksızın, gücü yettiğince ve dilediğince üretmektir. Bu özgürlük üretim artışına hizmet ettiği ölçüde diğer alanlara da yayılabilir. Piyasadan herkesi silecek kadar fazla ve ucuza üretmek serbesttir. Bu lonca düzeninde asla izin verilemeyecek bir durumdur. İşte siivil toplum en temelde bu özgürlüğü ifade eder. Üretim artık ihtiyaçların karşılanmasıyla sınırlı değildir. Yeni ihtiyaçlar yaratılması da meşru bir faaliyet haline gelir. Üretim piyasa için yapılır. Artık lonca kuralları değil; piyasa mantığını destekleyecek ticaret hukuku ortaya çıkar.

 

Sivil toplumda eşitlik, herkesin kendi emek gücünün sahibi olmasıdır. Kimse buna el koyamaz. İster satar ister satmaz. Asalet, kutsiyet gibi piyasa dışı yollardan edinilen servet önemsizleşir ve paraya çevrilip satılır hale gelir. Eşitlik bir kazanma ve mülkiyet eşitliğidir.[5] İşte günümüz serbat piyasa demokrasileri bu piyasalaşma süreci üzerine kurulu bir denge ve mücadele eksenidir. İnsan hakları böyle bir liberalleşme anlayışının bir tezahürüdür. Sosyal boyutu ve onu destekleyecek yerel üretici güçler  olmaksızın, sivil toplum dış sömürüye açık bir pazardan başka bir anlama gelmez. İşte bu insan hakları mücadelesi bir burjuva toplumu projesidir. Bu kazanma ve üretme özgürlüğü üretim araçlarına sahip olmayanlar için bir bağımlılık anlamına gelir. Üretim aracı olmadan kişi emeğinin karşılığında bir ürün ortaya çıkaramaz.  Eşit ve özgür birey, kendi isteğiyle emeğinin ürününden yaşamasına yetecek bir para karşılığı vazgeçer. Ücretler yükselir ve işçiler de üretim aracı alacak sermayeye kavuşursa, ekonomik kriz devreye girerek altta kalan kapitalistleri silkeler en güçlüler serpilir yoluna devam eder. Böyle sonuçları önlemek için işsizler adı altında bir yedek işgücü hazır bekletilir.  İnsanlar son tahlilde ikiye ayrılıyor: yaşamak için istemediği bir işi yapanlar ve yapmayanlar. Toplumların geleneksel bağlarından kurtulmaları ve paranın egemenliğinde düzenlenmelerinden sonra özgürlük gerçekleşiyor.

 

İnsan o derece küçülür ve vasıfsızlaşır ki, ya 30 yıl haftada 5 gün 12 saat çalıştırılarak veya topların önünde cepheye sürülerek kitlesel olarak yok edilir. İnsan o derece yoksunlaşır ki, özgür ve eşit olması artık bir tehlike yaratmamaktadır. İnsanı küçültürken insan hakları havariliği yapmak bir şarlatanlıktır. Artan meta bombardımanı karşısında her türlü maddi imkandan yoksun bireyi zaptetmek ancak  dinle mümkün. Ancak devamında üretici güçler, bir anlamda, bu özgürlüğü o derece kötüye kullanıyorlar ki, burjuva devrimi kendi ideaalerini reddetmek zorunda kalıyor. Kazanma ve üretme özgürlüğünün içselletirilmesi ve karşı çıkılamayacak denli kuvvetli yerleşmesiyle, burjuva devrimi insan hakları gündemini reddediyor. 20. yy’ın sonunda bu proje tek ayaklı hale gelmiş ve özelleştirme dalgasıyla üretici güçler yerini finans kapitale bırakmıştır.  Sebest rekabet bir taraf lehine o derece bozucu bir etki yapıyor ki, artık burjuva toplumununb kurulmasına imkan verecek eşitlik ve özgürlük önce anlamını yitiriyor, insanın küçülmesinin sınırlarına yaklaşılınca artık bu özgürlüğe dahi tahammül edilemiyor. İşte bugün geldiğimiz nokta budur. Çalışma yaşamındaki baskılar, şehirlerin kamerayla kontrolü, iletişim güvensizliği en temel burjuva devrimi değerlerinin rededildiği bir zamanda oluyor. 

 

Avrupa’da sivil toplum, dinsel ve ırsi otoriteden kurtulmak isteyen üretici güçlerin hareketidir. Türkiyede yerel üretici güçlerin zayıflığı ve dış kaynaklı olması, yerel ırsi ve dinsel otoriteyle işbirliği içinde olmalarını sağlamıştır. Dolayısıyla 2000’li yılların türkiyesinde sivil toplum öncelikle sermaye kaynaklı baskıların tüketilmesini gerektirir. Gelirlerini ve geleceğini bozdurup satmakta veya rehin vermekte olan bir toplumun, sivilleşmesinden bahsetmek abesle iştigaldir. 18. yy’da bireyi özgürce bencilleştirmek yoluyla ortaya çıkan ve bunu yaparken devlet otoritesini kendi ihtiyaçlarına indirgeyen sivil toplum, bugün aynı şekilde yaratılamaz. 18.yy kurgulamasında birey işte bu kazanma ve üretme özgürlüğü uğruna devlete başkaldırma hakkına sahiptir.

 

 

 

 



[1] Bu sürecin varabileceği nihai nokta insnaın vücut ısısıyla sadece bir pil olarak, makinalarca yönetilen makinaya enerji sağlaması oluyor.

[2] Burada insan psikolojisinin evrimsel açıklamasına kadar giden bir sorgulama da var. Neden bu üretim çılgınlığına düştü insan. Eğer bu derece büyük bir çelişkiydse nasıl olup da gerçekleşti. Belki de biyolojik yapımız  evrimsel nedenlerle çok fazla maddesel ihtiyaçlara odaklanmış.  Sanki beynimizde kısa devre yapmış bir yer var. fazla gelişkin beyin fazla uyarılma mı?

 

[3] Almanca köküyle “burg” ve latince “civitas”, kent anlamına gelir. Burjuvazi ve sivil toplum ilişkisi s.37 dipnot 24

[4] Ancak milli coğrafyanın sermaye birikimi yoksa bu toplum sivilleşemez. 

[5] Örneğin Osmanlı’da herkes at sahibi olamaz.

Hiç yorum yok: